Cumartesi, Haziran 23, 2012

Phaselis

Rezerve edilmiştir, haftaya düzenlenir, ölüp düşmezsek.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Ölmediğimize göre düzenleyelim artık. Bir tür gezi güncesi olacak bu seferki. Başlayalım o halde.

   Cumartesi mesai bitiminin ardından Ali'nin yanına vardım, eh sadece ikimiz gidecektik. Eve girdiğimde dediği ilk şey, Nisan'da Olimpostayken, Yağmur'un dedikleri ile aynı oldu. Zarif şişkinlikteki çantama ne koyduğum.-kendi çantası biraz şişkin olunca, dikkatini çekti- ''Dur lan, çıkartacağım ne varsa.'' diyerek çantamı boşalttı. Ne koymuştuuum ? Ne koymuştuuuuuum ? Bir şort, bir tişört ve dershaneden kalma beş tane sözlük. Aaa, bir de defter; yazıp çizerim diye. Dur dur ayrıyetten küçük bir fener vardı, şimdi hatırladım. Son zamanlarda artan hafıza kaybı ve unutkanlıktan ötürü havlu almamışım. Gece bulamayınca, sabaha bırakayım arama işini diye ertelemiştim, kalmış. Neyse işte; yemek yeme çabaları, tuvalet ihtiyaçlarını giderme olaylarının ardından son kontrollerle birlikte çıktık. Durakta geçen yaklaşık yirmi dakikanın ardından otogar dolmuşuna binerek günübirlik seyahatin başlangıcı başladı-nasıl bir cümle oldu lan bu ? başlangıcı başladı-

  Erken gideceğiz diye seviniyoruz ama bir yerde şöyle bir sorun var, hiçbir şey plânlamadık. Efendime söyleyeyim; nerede kalacağız, ne yiyeceğiz, rotamız ne falan filan belli değil yani. Otogar dolmuşuna bindikten beş dakika sonra ben telefonumun yanımda olmadığını fark ettim.-ya da düştüğü- Aha evde unuttum abi ya, ne yapsak dönsek mi ? Yoksa devam etsek mi ? Bizimkilere haber veririz sıkıntı olmaz diye düşünüyordum lâkin dayanamayarak ve gerçekten ne olduğuna emin olmak için inip eve döndük, telefon orada da değildi. Sonra durağı ve durağa giderken sallanıp durmasına sinir olarak durdurduğum-belki düşmüş olabilir diye ve öyle bir şey olma ihtimalini bile vermediğimiz halde, bir umut işte-küçük çöp tenekesine baktık. Yine yoktu tabi. Yahu daha gitmeden aksiyona bağlamış durumdaydık. Tekrar durağa gidip, olan oldu, bakarız bir çaresine düşüncesiyle ikinci defa yola koyulduk. Bir akıllılık edip şoförle kendisinden önce dokuma-otogar arasında sefer yapan dolmuş, dolmuşlar hakkında tartışmaya daldık, sağolsun yardımcı da oldu, tekrar bulma umudu yeşermişken bunların diğer seferlerine çıkmadan önce bekledikleri semte gittik. Orada da uğraşların ardındaaaaaaaan telefona ulaştık; defalarca aramalarla telefonun kapanması mı dersiniz, onlarca şoförle konuşmamız mı dersiniz yoksa biz buralarda ararken telefonu bulan kadının Burçak'ı, Burçak'ın Yağmur'u, Yağmur'un annemi araması mı dersiniz hepsi bizi telefona daha da yaklaştırdı.-gerçi kapalı telefon nasıl yaklaştıracaksa- Gelen rahatlıkla birlikte, saatte baya ilerlemişti tabi bu geçen zaman içerisinde, otogara vararak Phaselis yolculuğuna başladık. Yediğimiz köftelerin lezzetinden bahsetmeyeyim. :D



*     *     *     *     *     *

  Anayol kavşağındayız, dolmuşun ışıklarının kaybolmasıyla birlikte; ilk sözler: ''Ersin! Ersiiiiiin! Burası çok karanlık lan! Oğlum ben buranın hiç böyle olacağını tahmin etmemiştim halbuki.'' Ali'nin ciddi ciddi karanlık fobisi var, aslında ormanlık alan ve bununla beraber garip garip hayvan sesleri. Hak veriyorum bir yerde. Yanımda getirdiğim ufak feneri çıkarttım, çevremizde dar alan olmadığından ötürü elimdeki fener yetersiz kalıyordu, adam gibi bir tek bir buçuk, iki metre ötemizi görebiliyorduk. Arada heyecanını ve korkusunu: ''Oğlum ya ayılar, kurtlar saldırırsa ? O zaman ne yapacağız ?'' diyerek belirtiyor ve cidden saldırırlarsa diye-onu da geçtim, gerçekten ayıların orada bulunabileceğini düşünüyordu- diye koruma amaçlı ''fotoğraf makinesinin tripodunu'' çıkardı. Şöyle düşünün şimdi, bir elinde yetersiz de olsa fener bulunan bir çocuk-hatta bir süre sonra hem fener hem de uzun bir sopa. en azından benim elimde sopa olmasının sebebi ayı, kurt saldırısı değil, ortam o kadar karanlıklı ki hani arabasını sağda solda bırakmış sarhoş, hırsız ve benzeri insanlara karşı koymak için- diğeride; bir eli benim koluma girmiş, bir eli tripodu savunma pozisyonunda tutan bir çocuk aksiyon halinde nereye varacağını bilmeden yürüyor. O yoldaki o anları ilk safha olarak değerlendirirsem, ikinci safha şöyle başlıyor; yaklaşık on beş dakikalık  yürüyüşün ardından ilk ışığımızı görüyoruz. Ya harbiden film veya oyun senaryosunda gibi anlardı. :D Işığa vardığımız yer normalde, gündüzleri içeriye girmek isteyenlerden ücret kestikleri kulube tarzı yerdi. Kimse var mı diye seslendiğimiz zaman bize cevabı bir güzel orman verdi.

  Oradan bir şeyler çıkmayınca-Ali'nin onca korkusuna rağmen gösterdiği dayanıklılığa saygı duyuyorum- daha fazla aşağı inmeye başladık. Yaklaşık on dakika sonra bu sefer benim de korktuğum bir ses geldi. :D Sağ tarafımızdan. Sanki takip ediliyormuşuz gibi adım sesleri gelip geçti. Feneri Ali'ye verip bulduğum küçük ama sert sopalardan üç-beş defa fırlattım. Yanıt alamayınca-kabul ediyorum garip oldu, sanki füzeyle dönüş yapacaklar bize doğru- ''Neyse madem, hadi geri gidelim.'' diyerek, ben de vazgeçtim ilerlemekten. O kadar aşağı inmişiz, şimdi aynı yolu geri gidiyoruz. Daha rahat bir şekilde yukarı çıktık lâkin bu sefer asıl zor kısmı bizi bekliyordu. Ya şimdi ne yapacağız ? Hatta kavşakta inmeden önce şoför: ''İsterseniz sizi Tekirova'da indireyim, korkarsınız belki burada. Bu saatte kimse yoktur.'' diye öngörüde bulunmuştu. Cevap burada saklıymış halbuki, Yarın sabahtan buraya geliriz, Tekirova'ya gidelim madem dedik. Peki ya nasıl ? Yarım saat otostop çabaları oldu, tabi gecenin o saatinde insanlar durma yanlısı olmuyor. Birileri kararsız kalmıştı bir ara ama durmadı gitti. Ardından Tekirova dolmuşu imdadımıza yetişti, yine yolculuk başladı.



  Tekirova'ya geldiğimiz zaman ilk iş sahili aramak oldu, onu da sora sora hallettik zaten. Diyorlar ya, sora sora Bağdat bulunur diye işte onu tecrübe ettikten sonra inanıyorsunuz. 
Sahilde geçen gecenin ardından ki bu gece içerisinde Ali hiç uyuyamadığından şikayetçiydi, bana gelince baya iyi uyudum. Taş üstünde yattık ama iyiydi. Sabaha karşı, deniz meltemi olduğu için hafif soğuk geçti, iki büklüm olduk hatta bir ara Ali altına serdiği havlusunu falan üstüne aldı. Neyse, sabah kalktık Phaselis'e doğru yürümeye başladık, fotoğraflar çektik, işte birkaçı:
Tekirova sahili 







 Yemeğe veriyorlar bunları.
 Taş-toprak, yastık olarak çantanın ardından gerçekleriyle buluşmak huzur verici oluyor.










  Yaklaşık bir üç kilometrelik zevkli ve eğlenceli yürüyüşüle birlikte, geceki hâline hiç benzemeyen; çok sevecen, sakin, gel beni gez hoşluğuyla bizi karşıladı bu sefer. Aşağıya indik, giriş için sekiz lira tabi. Bu arada Ali'de müzekart vardı, yani bu kartınız varsa Türkiye'deki her müzeye, tarihi mekâna-devletin izin verdiği tabi- bedava giriş yapabiliyorsunuz. Birde ben çıkarttırdım. Aynı olayı Olimpos'ta yaşamıştık çünkü, oradada önerdiler alın diye, tekrar ne zaman uğrayacağız ki diyerek almamıştık. Demek ki neymiş, bu tarz fırsatları kaçırmayacaksınmış. Elbette işe yarıyormuş.

  Sahile indiğimiz zaman pek kalabalık değildi, keza sabahın erken saatleriydi. Biraz yürüyüşün ardından çevreyi keşfe çıktık. Burası da Phaselis:















Pek umduğumuz gibi değildi mi diyeyim, ne diyeyim bilmiyorum ama buraya kadar olanlar sanki daha güzeldi. Sonrasında da Phaselis-Antalya arasın bize üç otostopa mâl oldu. İyiydi ya. Öyle işte.

Bonus:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder